[ad_1]
Adıyaman’a ilk gidişim, Nimrud’u ilk görüşümdü.
Dolayısıyla benim bu dünyaya ayak basmama ve insanlarıyla ilk kez tanışmama olanak sağlayan bu Bienal, ruhumda çeşitli izler bıraktı. Adıyaman’ın doğası ve halkının bu doğaya uyum sağlama çabaları ve yaşam mücadelesi farklıydı. İnsanları fiziksel olarak suya yakın ama duygusal olarak uzaktı. Bienal küratörü Nihat Özdal, “Burada suya gitmek için öleceksiniz denildi, suyla ilişkimiz korkunç, korkulacak bir şey. Kahta sınırındaki büyülü adalar arasında. Nevali Kori, muhtemelen biz yaklaştıkça suya asla yaklaşamayacaklar, serinlemek için kendilerini kolayca barajın suyuna atamayacaklar ve buradaki doğal sebep de buydu, değil mi?
Bir şehrin, mevsimin veya tutkunun bir insana yapabilecekleri bazen muazzamdır. Görüneni yalnızca göründüğü gibi gören ve yargılayanların çarkından uzaklaştırır ve bilge, sessiz, gerçek ve tanıdık, görüneni tüm görünmeyen anlamlarıyla görebilme duygusuna yaklaştırır.
Aslen Halfetili olan Nihad Bey, bu bienali 6 ay önce bu topraklarda doğup büyümenin gücünü alarak, bu bölgenin kendisini seçtiğine yürekten inanarak başladı. Yerlilerin sudan uzaklığına kıyasla aynı sulara ve nehirlere yakınlığından esinlenerek, şimdiki zamandan bıkmışlar için bir “fantezi uygarlığı”nın yolunu açmıştır. Özgürlüğünü merakını sürdürmek için kullandı ve insanlara başka boyutların var olduğunu düşünme fırsatı verdi. Manzaranın göbeğinde olmak isteyenleri, uzaktan izlemek yerine resmin içine girmeyi sevenleri, plan yapmaktansa plan ve programın dışına çıkarak gerçek planı bulmak isteyenleri bir araya getirdi. . Kısacası sonsuza kadar aynı bedende yaşayamayacağını bilen ölümsüz ruhlarımıza daha özgür uzayın, sabırsızlığın ve daha fazla merakın olduğunu hatırlattık.
Ardından bu coğrafyada, doğada ve doğada arkeolojiyi ön planda tutan ve onunla ilgilenebilecek 23 ülkeden 53 sanatçıyı Kommagene Bienali’ne davet etti.
Buradaki eserler galeri, müze gibi korunan alanlarda değil. Alıştığımızın aksine burada Adıyaman’da yapılan hemen hemen tüm eserler tamamen dışsal, yani dışsaldır. Bu yüzden kişi burada olmayı dışarıda ve dışarıda deneyimler. Sanki bu bienalin içinde hiçbir şey yokmuş gibi. Sanki içeridekiler bile aslında sadece dışarıdaymış gibi. Adalardakiler kendi adalarında, Kahta Kalesi’ndekiler, Karakuş Tümülüsü’ndekiler, Arsemia’dakiler, Cendere Köprüsü ve Nemrut Dağı’ndaki tüm eserler, onun gibi yalnız insanları bulduklarında kaybolan bir dışlanma durumundadırlar. kendilerini dünyanın en kutsal topraklarından birinde
Bu nedenle adalar bölgesinde gördüğümüz eserler hakkında Nihat Özdal, “Bu süreçte başka şeylere dönüşecek. Çöl rüzgarı, yağmur, barajın yükselmesi zamanla eserleri değiştirecek” dedi. Bu dünyanın ebedi ölümsüzlüğünün yanında deyince akla Eliminasyon bizden uzaktır. Çünkü biz değiştik dünyalar ölümlü ve geçicidir. Tıpkı bu Bienal’de olduğu gibi, bu eserleri nerede olurlarsa olsunlar geçici olarak izleyecek, eserlerini incelerken onların hikayelerini dinleyecek ve ardından gideceğiz. Bu eserler bizden sonra da aynı yerde, dışarıda ve açıkta kalmaya devam edecek. Güneşte yanmaya, yağmur yağınca ıslanmaya, yükselen baraj sularına yenik düşmeye, tekrar düşen sulara maruz kalmaya, çöl rüzgarlarıyla tozlanmaya çalışacaklar ama yine de hayatta kalmaya çalışacaklar. Hititler, Mitanniler, Aramiler, Asurlular, Geç Hititler, Persler, Komorlar, Büyük İskender ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü günlerden MÖ 2000 yılında Kommagene Krallığı’nın kuruluşuna kadar bu şehrin tüm kalıntıları gibi (69) . milattan önce).
Bu yüzden bu Bienal bizim için MÖ 2000 ile MS 2000 yılları arasında gizli bir köprü kuruyor bence. Bize sorun, “Neden bu ülkede doğdunuz, neden burada büyüdünüz, neden bu bedene gelmeyi seçtiniz?” Daha fazla soru sormanızı sağlar. İnsan, Nihad Bey, “Benim evim yok, arabam yok, param var mı bilmiyorum. Hiçbir şeyim olamaz çünkü o kadar büyük olamam. Dünyayı, evreni, galaksileri, gezegenleri düşündüğümüzde hiçlik oluyor.” Daha fazla netliğe sahibiz. Bu yüzden geçici olduğumuzu bilerek, yapacaklarımızı yapmalıyız…” diye hatırlıyor. yine aynı yerlerde ve duygularda olmak. Çünkü, aslında, araştırmanız gereken yer burasıdır. İşte tam da burası, durgun, düz bir nehre atılan küçük bir çakıl taşı gibi hissedilmesi gereken yerdir ve çakılın suya değdiği anda başladığı sayısız çemberden biridir.
İnsanoğlunun başka türlü ne olacağından habersiz merakı nasıl anlaşılır? Köklerimizi aramaya başlamazsak, gerçekte kim olduğumuzu nasıl öğreneceğiz?
Belki de ne harika bir hikayenin içinde olduğumuzu anlayabileceğimiz orta nokta burasıdır. Bu, arayışımız sırasında, arayışın kendisi olduğumuzu bilmeden çıktığımız yolların sonudur. Belki de başlangıcı olmayan ve sonu gelmeyen bir bekleyişle biten bir ırmak olmayı ustalaştıran o gizli şarkıyı duyduğunda zamanın başlangıcı gelmiştir..
Bilmiyoruz ama muhtemelen bu çağrıyı içimizde çok derinlerde duyuyor ve hissediyoruz.
Bana göre bu Bienal şu nedenlerle, sanatın, medyanın ve bu alanda uzun yıllar çalışmış olanların yeni çağı, “Nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz, nelerden vazgeçiyoruz? Bir Bienal, kendisinden istenen insanların kendilerini güçlü ve güvende hissetmelerini sağlar. Bir gerçeklikten diğerine geçen bir dönemin sanatsal tasviri. Bu nedenle, istekli olanı tüm netliği, sakinliği ve sessizliği ile kendine çağırır.
Çağrıyı duyanlar, dünyanın yeni çağ şarkısını duyanlar olacaktır.
Ruhunuzun doğmayı seçtiği bu ülke, bu Bienal sırasında size, “İşte bilmek istediğiniz her şey, ihtiyacınız olan her şey burada, hissetmek, görmek ve anlamak istediğiniz her şey burada” diyor. Gidin ve bunun ne anlama geldiğini kendi gözlerinizle görün. 20 Ağustos’ta izleyiciyle buluşan Komagin Bienali’ni 20 Ekim’e kadar Adıyaman’da ziyaret edebilirsiniz.
Bienal hakkında ne unutamam?
– Takımadalarda ikamet eden Rumen sanatçı Peter Pal, eserinin hikayesini anlattıktan sonra, “Bence onu izlemek, hakkında konuşmaktan daha iyidir.” Dedi ve bunu söyler söylemez, eski uygarlıkların sembollerini yeni bir formda anlattığı bir piramit şeklinde işine yaklaştım. Piramidin tepesindeki nehir suları ile bulunduğum köşeden nehir iç içe geçerek bir üçgen içindeki diğer üçgenleri ortaya çıkarıyor. Bu üçgenlerin beni daha çok götürdüğünü, daha çok boyut kazandığını unutmadım. Adıyaman güneşinin altında öyle büyülü bir andı ki beni boncuklardan terletti.
– Adıyaman’daki son gecemizin sabahı, Nemrut Dağı’nın zirvesine çıkan narin merdivenleri bir anda çıkmış ve Nemrut’un simgesi olan o devasa heykellerle yüz yüze geldiğimde tuhaf bir gülümsemeyle gülümsemiştim. Bu heykellerin önündeki dev ekranı görünce sanatın ve medyanın gücüne bir kez daha inandım. Türkiye’nin en önemli simgelerinden biri olan Tanrıça Kommagen’in dostluğunu, Ecem Dilan Köse’nin yan yana oturan krallar karşısındaki imzasını, yeni insanın omurgası sembollere dayalı hücresel dönüşümü izledim. Bu dev ekrandaki NFT, soylularla iletişim kuruyor, sanki DNA sarmalımızı harekete geçiriyormuş gibi buradan oraya bilgi aktarıyordu. Geçmişle günümüz arasında görünmez bir köprü oluşturan ve bizi antikite ile Nemrut’un zirvesinde buluşturan bu eserin, o sabahın erken saatlerinde aynı topraklarda yaşayan gücü yeniden yüklememize yardımcı olduğunu biliyorum.
Cinder Bridge’in hemen altında yer alan Jerome Simmons imzalı eserde, Bienal’in mottosu olan hayali medeniyeti özgürce dinlemenin önemini ifade etmek için kelimeler ve şekiller işlenmiştir. Bu formlar yeni bir uygarlığın, konuşacak bir “söyle” ve dinleyecek bir “kulak”ın önkoşullarıydı. Öte yandan, bu yazıları görmeden, uzakta daire oluşturan bu kayaların yakınında gezinen Adıyaman ailesini görebiliyordum. Bu hayali medeniyet ile Adıyaman halkı arasında büyük bir bağ vardı ve bu büyük kayalar, yürüyüşe çıkmış, birbirleriyle konuşan Adıyaman ailesinin farklı bir boyuttaki ayna yansımasıydı.
– 20 yıl restorasyon geçiren ve bu Bienal ile yeniden açılan Kahta Kalesi’nde, bir yanı eğimli ince taş köprüyü geçtikten sonra ulaştığım bir odada, kalenin en dış ve en uç köşesinde ses ile tanıştı. Şair, müzisyen ve sanatçı Madara Gruntman’ın kaleminden çıkan ve birlikte okuduğu kendi şiirini yayınlayan bir ekranda karlı bir alanda kırmızı elbiseli bir kadının gelişini izlerken, dilini konuştuğum bir kadının duygusal bir şiirini dinliyordum. bilmemek. Şiirin bir kısmından sonra gelen dizeler aklımdan hiç çıkmadı “..kafamda bir ağrı var / Seni artık göremiyorum / İçimizde bir hasret / Bir sırt çantasında paramparça olmuş / Zar zor emekliyor / dün umarsız solgun dokunuşlar / Eğer şimdi ısıyı emerlerdi..”
[ad_2]
Diğer gönderilerimize göz at
[wpcin-random-posts]
İlk Yorumu Siz Yapın